Pazarlama

Sanat mı, Bilim mi?

By Nisan 1, 2021 Yorum Yok
Okuma süresi 3 dakika

İlk patronum Manajans/JWT’nin sahibi ve reklamcılık dünyasının ilk duayenlerinden Eli AcımanO yıllar (1983) reklamcılığın en fiyakalı “Mad Man” döneminin sonlarıydı. Kuyruğunda yakalamıştım. Yeni işe başlayan yeteneklerle ilgilenmeyi çok severdi. Mutlaka birebir görüşmeler ayarlar, yeni çalışanların yaptıkları çalışmaları yakından izlerdi.  

Bir gün beni odasına çağırdı ve “Selim kuzum, bu yaptığımız iş, reklamcılık; sanat mı, bilim mi?diye sordu.

Heyecanlandım. O zaman strateji bölümünde çalışıyordumEkonomi okumuştum. Ajansın çok da ciddiye alınmayan rakamlar ve sol beyinliler kesimindendim. Yaratıcı bölümlerde çalışanlar ajansın en fiyakalı kişileriydi. Özellikle yaratıcılığın ölçülemeyeceğini, doğuştan gelen bir yetenek olduğunu düşünüyorlardı. Araştırma ve ölçümleme gereksiz görülüyordu. İşin ilginç tarafı, çoğu sol düşünceden geliyordu.  

Biraz düşündükten sonra Bence henüz bilim tarafından anlaşılamamış bir sanat.” dedim. Hımm, demek bir gün bilim olacak yani. O zaman sanat da, reklamcılık da kalmaz, yaşamın gizemli bir yanı da kalmaz. dedi. Bu konuyu onunla ajanstan ayrıldıktan ve 2000 yılında ajansa tekrar başkan olarak döndüğümde, zaman zaman yaptığımız öğle yemeği sohbetlerinde yıllarca konuştuk. Ta ki 2011 yılında vefat edene kadar.  

Bu sorunun gizemini son yirmi yılda çözebildim. Aslında, bilim tarafından sanatın sırlarının çözülmesi, sanatı zanaat yapmaz. Hep gelişmesini sağlar. 


Sanatın zanaatlaşması, onun ”şeyleşmesini (thingification), yani bir tür metaya dönüşmesini sağlar. Kısaca sanat şeyleşirse en önemli özeliklerinden olanfarklılaşma ve fikir özeliğini kaybeder. Zikir haline dönüşür.  

Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Bilimin gayesi, evrenin keşfedilmesi ve anlaşılmasını sağlamaktırBu keşifler aslında birer varsayıma dönüşür. Varsayımlar matematiksel modeller veya fiziksel deneylerle test edilir. Eğer yanlışlanamıyorsa bir teoriden öteye kanun haline gelir.  Bu arada, uygulamalı bilimler tarafından bu teorilerin gerçek hayattaki yararları bulunmaya çalışılır. Bundan sonrası teknoloji ve mühendisliğin alanıdır. Tıpkı sanatsal bir yaratımın zanaata dönüşmesi gibi.  

 

Peki en baştaki keşfin keşfedilmesi nasıl oluyor? Hadi, Newton’un kafasına bir elma düştü, Arşimet’in banyosu taştı… Hepsi mi böyle oluyor? Benim kafama geçenlerde bir martı pisledi, ama bu benim insanlığı dönüştürecek bir teori oluşturmamı sağlamadı. Michelangelo ve Leonardo da Vinci aynı çağda yaşadı. Ama benim Bedri Baykam’la aynı dönemde yaşamam beni ressam yapmadı.  

Geçenlerde en yakın arkadaşımsanatçı İbrahim Keleş İstanbul’a geldi. Birlikte birkaç eski arkadaşımızı ziyaret ettik. Hepsi sanatçı. O sohbetlerde ne pandemi sıkılmaları, ne yaşlılık ağrıları, ne de ağlak yakarışlar yer aldı.  Tabii ki en matrakları eski Gırgır ekibiydi. Bazıları atölye açmış eğitim veriyor, bazıları hala çok aranılan sanatçılar. O sohbetlerde farkettim ki verimlilikleri ve sanatsal yetenekleri, farklı bir fikrin anlamlı ifadesi ile ilgili. Bu özeliği yıllarca pratik etmiş kişiler. Sohbetleri de öyle.  

Şimdi sorumuza geri gelelim: 

O ilk keşif tesadüf mü?  

Öyle olsaydı, dünyadaki insanların yarısının bilim adamı veya sanatçı olması gerekirdi. 

Bu kişiler doğa üstü bilmediğimiz bir güç tarafından seçilmiş olabilir mi?

O zaman, dini örgütler bilim ve sanat yuvaları olurdu. 

Peki bu kişiler içinde bulundukları toplumsal ve evrimsel aşamalardan bağımsız bir tür üstün yetenek mi? 

Hayır. Örneğin, 40000 yıl önce keşfedilen ilk sanat yapıtları bugün ana okulundaki her sağlıklı çocuk tarafından çizilebiliyor.    

Ama bir enerji var. 

Bu enerji bizim hayvanlar alemindeki besin zincirinin en yukarısına çıkmamızı sağlayan ve çevremizdeki değişimlere adaptasyonumuzu sağlayan şey: Fikir. Fikir, etrafımızdaki olayları gözlemleyip bir probleme yaratıcı çözüm bulmaktır. Demek ki; problem olmazsa, fikir de olmaz.  

Diğer bir unsur da insanlardaki merak içgüdüsüdür. Merak içgüdüsü diğer varlıklarda da vardır.  Yeni bir şeyi bulma, keşfetme dürtüsü olmasaydı muhtemelen türlerin hepsi tükenirdi. Bu istek aslında vücudumuzdaki bazı hormonları uyarıp, bizi harekete geçiriyor. Sonunda bir ödül olabilecek durumlarda heyecanlanıyoruz. Tıpkı, bir kayıp olabilecek durumlarda korkup kaçmamız gibi. 

Daha bilincimiz tam olarak gelişmeden önce, bu iç güdülerimiz bizi hayatta tutuyordu. Ne zaman ki bu iç güdüler ve davranışlar, problemler karşısında yaratıcı çözümleri bulmamızı ve bunları öğrenip başkalarına öğretebilir hale gelmemizi sağladı, o zaman bilinç devrimi gerçekleşti.  

Evrimimizin bu aşamasında keşifler ve buluşlar birbirini izlemeye başladı.  

Kısacası, bugün hayatta olsaydı Bay Acıman’a “Bilim ve sanat, bilincimizin ikiz kardeşleridir.” derdim. Genleri benzer, karakterleri farklı çocuklar, çift yumurta ikizleri. Biri daha afacan ve yetenekli, diğeri daha sakin ve meraklı.

 

Geldik mi ilk günaha? 

Yanıt verin