Büyük bir dönüşüm dalgasının öncüleri hissedilmeye başlandı. İlya Ehrenburg, “Dipten Gelen Dalga” adlı romanında II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan büyük yıkımın sonuçlarını çok güzel anlatır.
İnsanlık, vahşi ve suçlu yüzüyle hesaplaşmak yerine Soğuk Savaş dönemine girmektedir. Bu dönemde insanlar büyük bir seçimle karşı karşıya kalmaya zorlanmaktadır. Deniz dalgalarını metafor olarak kullanarak yedinci dalganın dipten geleceğini ve en güçlü dalga olduğunu vurgular. Bu dalgadan sonra ayakta kalanlar yeni bir dünya kuracaklardır.
Dört yıl süren, milyonlarca ailenin dağılmasına, canlarını ve varlıklarını kaybetmesine yol açan savaş sona ermiş, insanlar hayatlarının anlamını ve gayesini yeniden sorgular hâle gelmiştir. Artık savaş; kafalarda, inançlarda ve değerler sürmektedir. Silahın yerini ideoloji, iş birliğinin yerini rekabet, ortak değerlerin yerini çatışan, karşıt görüşler almıştır. Aslında savaş devam etmektedir.
Bu dönem doğal olarak iki kutuplu bir dünya yaratmıştır. İnsanlığın başından beri, kaynaklarını korumak, yeni kaynaklar elde etmek için taraf oluşturmak doğal bir hayatta kalma ve refah yaratma stratejisidir.
Gerçekçi bakmak gerekirse Pandemi sonrasında bu ilkel stratejinin yeniden hortlamaması için herhangi bir somut neden yoktur. Pandeminin sadece bir hastalık olarak ele alınmaması gerekir. Pandemi, ekonomik ve teknolojik olarak başlamış olan yeni bir dönemin katalizörü olmuştur. Dönüşüm başlamıştır ve dipten gelen yedinci dalgayı beklemektedir.
Ancak oyunu bozacak bir başka güç de filizlenmektedir. Bu, teknolojiden alışık olduğumuz yaratıcı yıkımın; sosyal ve uluslar üstü yönetişimde gerçekleşmesidir. Dünün eski paradigmalarına sıkı sıkıya bağlı politikacılar, tüm güçleri ile dünyayı yeniden kontrol edilebilir, iki kutuplu bir kale hâline getirmeye çalışmaktadırlar. Bu sefer ABD-Rusya yerine Çin-ABD reçetesini sunuyorlar. Neden? Güçlerini korumak ve Pandemi sonrası paylarını artırmak için.
Bu ikilem yaratma stratejisinin temeline baktığımızda şunu görüyoruz: Bir kere, bu “boş” bir strateji değil. Bu ikilemler, insanlığın gelişmesine, iyi ve kötünün, doğru ile yanlışın ayrışmasına neden olmuştur. Ama ne uğruna? Hepimizi birbirimize düşman etmek. Bunun bedelini yeterince ödemedik mi?
Basit bir matematikle bu stratejinin mantığını da anlayalım. İki karşıt kutup olduğumuzda karşı tarafla birleşmek ya da iş birliği yapmak zorlaşır. Birden fazla nedeni var, ama en önemlisi güven. Birleşmek ve iş birliği yapmak karşılıklı güven gerektirir. Güven bir anlamda ilişkilerin “kuru” gibidir. Güvenmediğimiz zaman güvence ararız ve maliyetler artar. Tıpkı Türk Lirasının risklerden dolayı maliyetlerinin artması gibi.
Riske bağlı maliyetlerin artması; başta Finans kesimi olmak üzere, avukatlar, danışmanlar, politikacılar gibi birçok sektörün hak etmedikleri kazançlar sağlamaları demektir. Ayrıca zor zamanlarda öncelikle güvenli limanlara demirlemeyi tercih eden sermaye sayesinde güvenilir bulunan ülkeler zaten gelişmiş olan ekonomilerini daha da geliştirir.
Savaştaki silah gücünü kullanır gibi, barışta da riski kullanırız.
Şimdi gelelim Pandemi sonrasına. Eğer uluslararası bir iyi yönetişim kurulursa, dünyada hâkim güçlerin istedikleri gibi borularını öttürmesi önlenirse, her bakımdan daha iyi bir geleceğe sahip olabiliriz. Bunu sağlayabilecek tek güç ise kamuoyu. Türkiye’nin de bundan nasibini alacağı muhakkak.
Ancak bunu iş dünyası ve profesyonelleri olarak gerçekten istiyor muyuz? İstiyorsak taleplerimizi daha yüksek sesle duyurmalı ve toplumla daha güçlü bağlar kurmaya başlamamız gerekir. Evet, sahada olmayan masada olmaz, ama önce doğru masayı seçmemiz gerekir.
Hepimiz, ülkemizin iyi yönetilmediğini ve bunun iş dünyasının çoğuna zarar getirdiğini biliyoruz. Hangi partinin değil hangi anlayışın olduğu önemli.
Dünyada yeni anlayışların filizlendiğini görüyoruz. ABD gibi, anti-komünistlik ile yoğurulmuş bir ülkede önemli güçlerden biri demokrat sosyalistler oldu. Avrupa’da aşırı sağ ve dini sağ anlayışlarda önemli gerilemeler yaşanıyor. Bunları, özellikle post-Pandemi döneminde yetişen gençliğin taşıyacağı araştırmalarla destekleniyor.
Bu dönemde; tercih yapma hakkımızı, özgürlüğümüzü kaybetmemek için, şirketlerimizin sürdürülebilirliği için, hangi “taraf” değil, hangi “anlayış” şiarından yana tavır almalıyız. Bunu da güven temelinde ortaklıklarla gerçekleştirmeliyiz.
Yedinci dalga geldiğinde sörf mü yapacağız, yoksa boğulacak mıyız? Bu soruya gelecek 10-20 yılı düşünerek vereceğiniz cevap; muhtemelen neden iş insanı, profesyonel olduğunuzun cevabında gizli. Sadece para ve güç için olmasa gerek.